Bir dünya mutsuzluk

Eskiden ırgatlık, rençberlik vardı. 

''Elçi'' denen adamların,topraksız yahut yetersiz toprakları olan isteklilere işlerini yaptırmayı işveren(çiftlik,köy ağası) adına ayarlayanların; kollektif bir çalışmaya  dahil oldukları mevsimlik bir zirai sistemin en önemli unsurlarıydı...

Sonra fabrikalar,büyük atölyeler,çırçır ve benzerleriyle birlikte tekstil,hububat,şeker vs derken,sanayileşme tüm alanlara yayıldıkça; insanımız da başkalaştı,ağırlaştı,yüzünün rengi,ağzının tadı kaçtı...İşsiz kalmanın korkusuyla,istikrara,hoşnutluğa dayanmayan tatsız bir ekmek kavgasının en ön safında buldu kendini...

19 Yüzyıl İngiltere sinde  1820 de kurulan ve ilk sendika 51 yıl sonra Osmanlı topraklarında 1871 de bir benzeri kurulan  Ameleperver cemiyeti,1950 başlarında kurulan sendikal faaliyetlerin öncüleriyle ilk kez tanıştılar... 

Üreten,emek sarf eden, ekmeğinden artanı kendine küçücük bir konfor alarak yaşamak isteyen insanların dünyanın neresinde olursa olsun bir ortak diliydi aslında...

Eski köy romancılığımızın  işlediği en güzel tema’lardan dı;içindekiler, hızla  büyüyen devasa, vurdumduymaz bir dünyaya karşı geliştirilmiş küçük avuntularımızın yansımasıydı...

Ekseriyeti köylerde,küçük kasabalarda ve küçük,henüz imar alanlarının rantının büyük keşfi yapılmadığı şehirlerin ‘’gecekondu’’denen gettolarında yaşarlardı. 

Belediye,vilayet ve bakanlıklara bağlı küçük memurluklar,emniyet bekçiliği,zabıtadan adliyedeki mübaşir ve katibe kadar hepsi topu topu...

Bayramlarda,iri çizgili krvaze ceketleri,ona uygun köşeli kasketleriyle,patiska entarili kadınların yurdu..sokaklarda çember süren, yamalık vurulmuş pantolunuyla erkek çocukları ve cin gibi,arada utangaç  sek sek oynayan  saçları örgülü kız çocukları...

Ne ziraat,ne sanayi toplumu olamamış; iki arada sıkışmış,çok  hızlı bir dünyanın geride kalmışlarıydık...Mutsuz,emeğinin karşılığını alamamış ,birazcık mutlu olmak uğrunda yürüyen işçileriydik...

Böyleydi kısaca,romanı yazıl(a)mamış bir büyük ezgin ve gururlu halkın düne ait en küçük fotoğraf karesine girenler...

Bizim kuşak,işte onların çocuklarıydı kesinlikle...O yüzden,sessiz bir müktesabatımız vardı toplumun önemli bir bölümüyle...

Bizden de istenen buydu;iş,emek,sermaye, bunların karşısında,ürkek ve zayıf durmamız bize biçilen, verilecek olan,önceden tasarlanan,adalet  ve vicdanın uzak kaldığı ücretlendirmeye uygun bir yaşama tarzı ...

Mutasyona uğramış, üzüm yedirip pekmez kusturan bir anlayışın temsilcileriyle,ahlaksız, çirkin politikacıların birlikteliğinin bize sundukları bir hayattı bu...

Uzattıkları iktidarları,koydukları adaletsiz yasaları;karşı çıkılmaz bir şekilde yüzyıllardır  geleneksel inanışların istismarına giden yolları hazırlayan, kitabın orta yerinden konuşur gibi yapan din adamlarıydı,sözde aydınlardı... '

''Belki..?, Bir gün mutlaka''dediğimiz direncin sinir uçları ve refleksi de uyuşturularak etkisizleştirildi böylelikle...

Şimdi, açlık sınırlarında  çalıştıkları işi kaybetme korkusu içinde bulunan on milyonlar var. Onların var olduğu bu muhkem yeri, uzaktan izleyip ,imrenen başka on milyonların garip korkunç çelişkisi içinde sessiz bekleyişi...

İşsiz,ümitsiz,emeğiyle ekmek kazanmaya talip en masum istek insanın kadim derdi oldu; gözyaşı ve acılar büyük bir kaosu,anarşi ve sömürüyü dünaymıza kazandırdı.

iç içe olan bu sömürü sarmalı insanın tutunduğu tüm değer ve inanışlar aleyhine dönüştürülerek,yepyeni bir alışkanlık ve metot olarak ortaya çıktı...

Eski Roma’da, ziyafet peşinde koşmaktan perişan düşen soyluların bir diğer ziyafete ulaşmak için midesini boşaltarak  ceplerinde tavus kuşu tüyü gezdirişleri de, bir yaşama biçimiydi.

Günümüz kamu yağmacılığı, haramiliği yapanların,sömürü aygıtlarının başını tutanların  sergiledikleri tavırla nasıl da örtüşüyor değil mi.?

Sözün özü:  Bu dertleri, insanımızın nasıl, hangi birlikteliği ve direnci çözecek? Elinde tuttuğu bütün  değerlerin, çarçur edilip, çalındığına göre, nasıl ve ne şekilde..?

YORUM EKLE